20 Ağustos 2007 Pazartesi

Leadville diye bir yer

Denver’dan Kolorado dağlarına uzanan birkaç saatlik yolculuk sonucunda ulaşılan şirin bir Amerikan kasabası. Nisan ayının ve baharın getirdiği serinliğin yükseklikle beraber giderek arttığını farkedebileceğiniz bir mekan. Hernekadar benimle beraber yolculuk edenler karların erimeye başladığını söyleselerde, dağların zirvelerindeki beyazlık hala insanın gözünü alabiliyor. Yol boyunca birsürü çok şirin kayak merkezlerine rastladık ama sezonun sona ermiş olmasından dolayı etrafta çılgın kayakçıları göremedik.



Aslında Leadville’in bir kayak merkezi olmasının yanısıra burayı tanınmış bir mekan yapan başka bir sebepte; çok eski bir maden kasabası olması. 1877 yılında bulunan çok büyük bir gümüş madeniyle birlikte hayat bulan bir yer. Beni en çok etkileyen özelliği ise; kendimi bir Western film setindeymiş gibi hissetmem. Opera binası, hükümet binası ve evler ilk yapıldıgı gibi, yani Viktorya tarzında. Etrafta uçuşan çalı yumakları yok fakat sokaklardaki sessizlik her an atının üzerinde dörtnala gelen ve bir yandan da tabancasıyla havaya ateş açan kovboylar görebileceğim izlenimi yarattı. Tam bunları düşünürken yanımdan geçen saçları tamamen havada iki punkçı gençle birlikle bir Western filmi izlemediğimi farkettim.




Her gittiğim yerden oraya ait birşeylere sahip olma içgüdüsüyle gördüğüm ilk ilginç mağazaya koşar adımlarla yaklaştım. Bir antikacı dükkanı ve kasada oturan, hayattan bezmiş gözlerle etrafa bakan bir tezgahtar. Raflar tarih kitabı gibi, ne ararsan var, hemde en eskisinden. Bu arada gözüme kaplumbağa şeklinde çok sevimli bir masa lambası takılıyor. El yapımı olup olmadığını merak ediyorum. Antika mağzasının antik bakışlı tezgahtarına büyük bir heyecanla soruyorum. “El yapımı olup olmadığını bilmiyorum ama Çin yapımı!” diye bir cevap. İşte Amerikalının Çin yapımı malı bile bir başka olur diye düşünerek, orjinal ama Leadville’e ait birşeyler aramaya devam ediyorum.



Kasabanın tek anayolundan yürürken eski bir barın önünde buluyoruz kendimizi. Hemen sallanan kapıdan içeriye girip kendimize ve bardaki herkese bira ısmarlıyoruz. Bize çok pahalıya malolmuyor çünkü öğlen saat 12’de bizden ve barın açılışını kapıda bekleyen, akşamdan kalma bir amcadan başka kimse yok içeride. Mekanın bütün orjinalliğiyle muhafaza edildiği içeri girer girmez farkediliyor. Ahşaptan ve aynalardan oluşan kasvetli bir bar, eski resimler ve tablolar ve bir madencinin bir hafta boyunca 15 dolarla nasıl yaşayacağını anlatan bir pano :)





Leadville benim için uzun bir haftanın sonunda alınan bir soluktu. Amaç tabiki tatil yapmak değildi ama aslında farkına varılan gerçek şuydu ki: amerika amerika diye düşündüğümüz ülkenin her tarafı bir medeniyet cenneti değil. Ordada yaşayan bir kısım insan da bizim köylerimizde yaşayanlar gibi tarla süren, madencilik yapan ve büyük şehirler yerine kendi kasabalarına ait olmanın mutluluğunu yaşayan insanlar.

8 Ağustos 2007 Çarşamba

Servi Simin mi, o da ne??

Blog sayfam için güzel bir isim ararken aklıma yakamoz geldi. Bunun üzerinde biraz araştırma yaparken, denize vuran ay ışığına servi-simin denildiğini öğrendim. "Aya uzanan gümüş yol"
Iste benim sayfamın ismi bu olmalıydı:)

Bu bir açılış yazısı ve çok yakında bu blogda ben ve çeşitli konularla ilgili birsürü yazı olacak.

Sevgiler...