26 Temmuz 2010 Pazartesi

Turunç ve Koyları

Bütün yazı Marmariste geçirip etraftaki cennet koyları gezip görmemenin olmayacağını düşünerek düştük yollara. Önce kaldığımız yer olan tatil beldesi Turunç’u merkez alıp yakınlardaki koyları gezmeye başladık.

Bir gün; Profösörlere ait çok şirin bir sitenin içinden geçerek, çok dik bir yokuştan Amos koyunun içine indik. Ufak sevimli bir tesis ve mis gibi pırıl pırıl bir deniz. Sitedeki evlerin büyük çoğunluğu taş olduğu için gözü hiç yormayan bir yapılaşması var. Site sahiplerinin burayı aldıktan sonra alanı SİT alanı olarak ilan ettirdiklerini duyunca insanın yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluşuyor.

Başka bir gün; Amostan birazcık daha büyük ve etrafın yeşilliğinin keyfine varabileceğin Kumlubük koyu. Deniz tabiki yine tertemiz ve pırıl pırıl, insan yüzmeye ve denizin altındaki güzellikleri izlemeye doyamıyor burada. Serendip adlı çok hoş bir butik otel buluyoruz ve günübirlik misafir olarak konaklıyoruz. Otel tamamen dolu olmasına rağmen sanki garsonlar sadece bize hizmet ediyormuş hissine kapılıyoruz bir an. Güzel bir kumsalı ve iskelesi var. Sessiz sakin ve kafa dinlendirme tatili yapmak isteyenlere şiddetle tavsiye edebilirim.

14 Mart 2010 Pazar

Martı Balık Evi


Martı Balık evi dün akşam gayet kalabalık bir grupla yemek yediğimiz hoş bir mekan. Baştan başlayalım ve önce mezeleri konuşalım: tabi hepsi için yorum yapamamakla beraber bizim sipariş verdiğimiz mezeler gayel lezzetliydi fakat ortaya serpme olarak istediğimiz tabaklar biraz küçüktü. Tabi durum böyle olunca bizim aç ekibimiz ekmek olayını biraz abartmış oldu. Ara sıcaklar gayet lezzetliydi özellikle balık kokoreç bol baharatıyla beni çok cezbetti. Tabi herkez karnını ekmek ve mezelerle fazlaca doyurduğu için ekibin geneli balık yiyemedi. Doymayanlar için masaya gelen ızgara deniz levreği ise tadına baktığım kadarıyla çok güzeldi.

Benim için en önemli kısım ise tatlılar. Menüde olanlar balık restoranlarının olmazsa olmazı patlıcan tatlısı, dondurmalı irmik ve sıcak helva. Hepsini tatma şerefine nail olabildim ve aslında hepsini beğenmekle beaber bence patlıcan tatlısı en başarılısıydı.

Yemekler dışında diğer ayrıntılardan bahsedecek olursak; kocaman bir oyun odasının olması çocukları olan 2 çift arkadaşımızın bize katılmasını sağladı. Bu konuda mekan sahiplerine teşekkur ederiz. Biz rezervasyon yaparken üst katı tercih ettik bunun bir sebebi oyun odasına yakın olması diğer sebebi ise üst katta canlı müziğin bulunmasıydı. Hoş, insanı yormayan müziklerle bir abimiz gitarıyla bize yemek boyunca eşlik etti.

Evet sonunda en önemli konuya geldik: hesap. Yemeklerin kalitesi, ortamın hoşluğu ve bir balık restoranı olmasını göz önünde bulundurunca hesap bize çok makul göründü. Eğer yorumlarımı dikkate alıp gitmeye karar verirseniz, şimdiden afiyet olsun....

12 Mart 2010 Cuma

Veda


Veda aslında bir filmden çok bir belgesel tadındaydı. Ataturk'un hayatını bilen bizler için öyle olmasıda çok doğaldı. Yinede ben ve benimle beraber izleyen 3 kişi de bu filmden Mustafa Kemal'in hayatının bilmediğimiz ve farklı farklı detaylarını(eminim bu düşündüğümden çok daha fazladır)öğrenmiş olduk. Benim için Salih Bozok'un Ata'nın ölümünden sonra intihar girişiminde bulunduğunu öğrenmek gerçekten şaşırtıcıydı.

Ölüm döşeğindeki Atatürk'ün doktorunun Salih Bozok'a sorduğu: "Hiç mi kıskanmadınız Mustafa Kemal'i?" sorusuna verdiği “ Bir insan hiç Ağrı Dağı'nı ya da gökteki bir bulutu kıskanabilir mi?” cevabı kafasında Atatürk'ü ne kadar farklı bir yere oturtmuş ve onu nasıl bir sevgiyle sevmiş olduğunu öyle yalın anlatıyor ki bu sevgiyi kıskanmamak elde değil.

Benim açımdan film gayet etkileyiciydi hatta filmin büyük bir kısmını gözlerim dolu olarak izlediğimi söyleyebilirim. Sadece çarpışma ve savaş sahneleri daha gerçekçi olabibirdi diye düşünüyorum.

Başka bir ayrıntı da: Zülfü Livaneli'nin müzikleriyle büyümüş ve yaptığı her işi hayranlıkla izleyen biri olarak filmden sonra aklımda kalan tek parça Atatürk'ün ölüm anında fonda çalan müzik olduğunu söyleyebilirim.

İzlenmesi gerekir mi: kesinlikle evet.

15 Aralık 2009 Salı

Harem


Geçen hafta Devlet Opera ve Balesinin sahneye koyduğu Harem isimli bir bale gösterisini izledik. Oyunun konusu: haremdeki güzel kızlar, onların ilişkileri, eğitimleri, eğlenceleri, padişahla ilişkiler ve tabiki entrikalar. Anladığım kadarıyla oyundaki kötü kadın Kösem Sultandı ve padişahı sonunda tahtından devirdi. Tabi bizde bu arada çok güzel Türk müzikleri eşliğinde muhteşem bir bale gösterisi izledik. Türk müziğinin bale figürleriyle bu kadar uyumlu olabileceğini düşünmemiştim ama gerçekten hoş bir gösteriydi.
Opera balenin Ankara sahnesini çok beğeniyorum. Insanı adeta bu zamandan koparıp eskilere götürüyor. Avizeler, duvar süslemeleri, dekorlar ve oranın otantik kokusu insanı derinden etkiliyor, ah birde o rahatsız koltukları tekrar yaptırsalar :)

1 Aralık 2009 Salı

Neşeli Hayat

Yılmaz Erdoğan'dan güldüren ve düşündüren bir film daha. Kahramanın yerine biranda olsa kendinizi koyuyor ve onun sıkıntılarını yaşıyorsunuz. Bunu sadece biz değil sinemadan çıkarken kulak misafiri olduğumuz seyircilerde düşünüyorlardı.



Filmin kahramanı Rıza Abi, aslında çevresinde sevilen bir insan ama dürüstlüğü ve içtenliği onun hayatını zorlaştırıyor, neyseki film mutlu sonla bitiyor ve bizde Rıza Abi hala fakir ama onurlu olduğu için çok mutlu oluyoruz.



Artık ögrencilik günlerimdeki kadar sık sinemaya gidemiyorum ve o zamanlarda film başlamadan verilen fragmanları çok severek izlerdim. Şimdi ise neredeyse yarım saat süren reklamlar insanı bıktırıyor. Bizim film izlediğimiz salonda artık insanlar alkış ve ıslıklarla protestoya başlamışlardıki film sonunda başlayabildi. Bizde artık filmlere 20 dakika geç girmeye karar verdik.

20 Ağustos 2007 Pazartesi

Leadville diye bir yer

Denver’dan Kolorado dağlarına uzanan birkaç saatlik yolculuk sonucunda ulaşılan şirin bir Amerikan kasabası. Nisan ayının ve baharın getirdiği serinliğin yükseklikle beraber giderek arttığını farkedebileceğiniz bir mekan. Hernekadar benimle beraber yolculuk edenler karların erimeye başladığını söyleselerde, dağların zirvelerindeki beyazlık hala insanın gözünü alabiliyor. Yol boyunca birsürü çok şirin kayak merkezlerine rastladık ama sezonun sona ermiş olmasından dolayı etrafta çılgın kayakçıları göremedik.



Aslında Leadville’in bir kayak merkezi olmasının yanısıra burayı tanınmış bir mekan yapan başka bir sebepte; çok eski bir maden kasabası olması. 1877 yılında bulunan çok büyük bir gümüş madeniyle birlikte hayat bulan bir yer. Beni en çok etkileyen özelliği ise; kendimi bir Western film setindeymiş gibi hissetmem. Opera binası, hükümet binası ve evler ilk yapıldıgı gibi, yani Viktorya tarzında. Etrafta uçuşan çalı yumakları yok fakat sokaklardaki sessizlik her an atının üzerinde dörtnala gelen ve bir yandan da tabancasıyla havaya ateş açan kovboylar görebileceğim izlenimi yarattı. Tam bunları düşünürken yanımdan geçen saçları tamamen havada iki punkçı gençle birlikle bir Western filmi izlemediğimi farkettim.




Her gittiğim yerden oraya ait birşeylere sahip olma içgüdüsüyle gördüğüm ilk ilginç mağazaya koşar adımlarla yaklaştım. Bir antikacı dükkanı ve kasada oturan, hayattan bezmiş gözlerle etrafa bakan bir tezgahtar. Raflar tarih kitabı gibi, ne ararsan var, hemde en eskisinden. Bu arada gözüme kaplumbağa şeklinde çok sevimli bir masa lambası takılıyor. El yapımı olup olmadığını merak ediyorum. Antika mağzasının antik bakışlı tezgahtarına büyük bir heyecanla soruyorum. “El yapımı olup olmadığını bilmiyorum ama Çin yapımı!” diye bir cevap. İşte Amerikalının Çin yapımı malı bile bir başka olur diye düşünerek, orjinal ama Leadville’e ait birşeyler aramaya devam ediyorum.



Kasabanın tek anayolundan yürürken eski bir barın önünde buluyoruz kendimizi. Hemen sallanan kapıdan içeriye girip kendimize ve bardaki herkese bira ısmarlıyoruz. Bize çok pahalıya malolmuyor çünkü öğlen saat 12’de bizden ve barın açılışını kapıda bekleyen, akşamdan kalma bir amcadan başka kimse yok içeride. Mekanın bütün orjinalliğiyle muhafaza edildiği içeri girer girmez farkediliyor. Ahşaptan ve aynalardan oluşan kasvetli bir bar, eski resimler ve tablolar ve bir madencinin bir hafta boyunca 15 dolarla nasıl yaşayacağını anlatan bir pano :)





Leadville benim için uzun bir haftanın sonunda alınan bir soluktu. Amaç tabiki tatil yapmak değildi ama aslında farkına varılan gerçek şuydu ki: amerika amerika diye düşündüğümüz ülkenin her tarafı bir medeniyet cenneti değil. Ordada yaşayan bir kısım insan da bizim köylerimizde yaşayanlar gibi tarla süren, madencilik yapan ve büyük şehirler yerine kendi kasabalarına ait olmanın mutluluğunu yaşayan insanlar.

8 Ağustos 2007 Çarşamba

Servi Simin mi, o da ne??

Blog sayfam için güzel bir isim ararken aklıma yakamoz geldi. Bunun üzerinde biraz araştırma yaparken, denize vuran ay ışığına servi-simin denildiğini öğrendim. "Aya uzanan gümüş yol"
Iste benim sayfamın ismi bu olmalıydı:)

Bu bir açılış yazısı ve çok yakında bu blogda ben ve çeşitli konularla ilgili birsürü yazı olacak.

Sevgiler...